ACILARIN AÇTIĞI...
GURBET GÖMLEK GÖMLEK… Yalnızlık katmer katmer… Avuç içleri açıkta, yürek yağmalanıyor… Gönül hüzünle örtülü…
Yalnızlık denizinde yüzmeyi bilmiyorsan, öğrenmekten başka çaren var mı? Yakın kim? Sevgili ne kadar sayar? Aşk ne işe yarar?
Kalp kaynamadan hikmet taamları nasıl pişer? Öyle acı ateşler vardır ki ancak kalp bilir tadını. Kim nasıl tarif edebilir onu? Kelimeler kaybolur, sözler sükût eder, sazlar kırılır acıdan…
Sen varsındır, bir de senle beraber kederin… Kelimesiz ve sessiz konuşursun kederinle… Kimse duymaz, kimse görmez seni… Gecenin koynunda iniltilerle inliyorsundur…
Kesret kanatır yaralarını… Kalabalıkların kabullenişi kandırıcıdır… Araftasındır… Kaçmak istersin de kaçamazsın Kaf dağlarının ardına…
Yollar kıvrılır durur önünde… Düğüm düğüm döner uzayıp giden günler… Bir ağaç ararsın gövdesine yaslanacağın, gölgesinde serinleyeceğin… Sıcak rüzgâr kumuyla vurur yüzüne…
Yüzün yere eğik yürürsün gündüz ve gecede… Gece ve gündüz eşittir şavksızlıkta… Gün ışığında kandil de olsa elinde bir işe yaramaz… Leylasızsındır Mecnun çöllerde…
Göğe bakarsın, bakışların Ay’sız yere düşer… Tesellisizdir yıldızlar… Siyahî bulutlar gezinir üstünde, sığınacak sıcak bir sevgi, saracak bir şefkat ararsın… Üşürsün…
Bülbüller çile çınlatır kulaklarına… Gözlerin görmez olur gül güzelliğini… Ellerin kanar çiçek dikenlerinden… Düşüncelerin darmadağın… Duyguların durgun ve donuk…
Hikmet açlığından yüreğine taş bağlayasın gelir, sökecek bir taş bulamazsın… Baka kalırsın yol üstünde… Yürümeye mecalin yoktur… Kalkıp koşmak istersin, kayarsın…
Her yeri karamsarlık karanlığı mı kaplamış? Hiç mi ışık yok? Yollar bitmiş, her şey tükenmiş mi? Kalp kimsesiz mi? Kapılar kapalı mı? Sevgi serap olmuş, şefkat kaçmış mı? Vefa ulaşılamaz mı olmuş? Dostluklar tüketilmiş, hoşgörü hiçliğe mi atılmış? Anlayışlara duvar mı örülmüş?
Ne arıyorsun, nerede arıyorsun? Karanlık olmadan ışık, hastalık olmadan şifa, dert olmadan deva, sıkıntı olmadan ferahlık bilinebilinir mi? Bilinirlik bilinmezlik örtüsünün altında… Zıtlar dünyasının izafiliğinde üzülüp sevinmiyor muyuz?
Görünmek isteyen Rahmet, dert, keder olmadan nasıl bilinecek ve görülecek? Keder kader değil, asıl keder kaderi kabullenememek… Rahmeti itimat onun celbine vesile, tenkit ise terkine…
Her şey geçicilik nehrinde akarak eriyor… Nehir ne kadar çağlasa da sükun denizi hepsini yutuyor… Ömür uzun değil, ölüm uzak değil… Uzun olan elemlere götüren emeller…
Yerin renkli çiçekleri kara topraktan, göğün aydınlık yıldızları karanlıktan çıkmıyor mu? Yıldız ve çiçeği buluşturan yakınlık, görmeyi “görmek”le mümkün… Karanlıkta hikmet ışıkları çakabiliyorsan gurbet gömleği vuslat elbisesine dönüşüyordur…
Yalnız olan yalnızlıktır… Kainat sevgi hamurunda şefkatle yoğrulmuşsa küreler ve kalp birbirinden uzak değildir…Sonsuzluk soluklarımız kadar yakındır…
Kabuğunu kırmayan çekirdek çürümeye mahkumdur… Kalp kabuğunu kırmadıkça, dert yalnızlığında yokluklara yuvarlanacaktır…
Kabuk acı ile çatlar, sonrasında şefkat gövdesi sevgi dalları üzerinde hikmet meyveleri görünür… Böylesi bir ağaç olmak için acıya sabır, kedere kabullenmek gerekiyor…
Bir acı çekirdek yüzlerce tatlı meyveye “meyve” veriyor… Toprak altında yalnız olan çekirdek, göğün göğsüne sevgi ve şefkat nişanesi olarak asılıyor…
Acıların açtığı kapıdan sabırla yürüyen, ömür ağacında sonsuzluk meyvelerini yetiştiriyordur… Üzüntüler üzülmeye değmez… Hadi tevekkülle gül, o da gülsün…
Hüseyin Eren
Delikanlı, öyle olunmaz!
Delikanlı adamın gözleri ışıl ışıldır. Sınırların ve çizgilerin bir güzelliği tanımlamak için var olduğunu bilir. Çerçevelerin ve farklılıkların ayırmaya, dışlamaya, bölmeye, itmeye değil, yeniden tanımaya yaradığını öğrenmiştir.
Öyle gözünü kat kat katarakt bağlamış gibi kendisine yakın olanları gözlerine kilitleyip, kendisi gibi olmayanları kirli, puslu, neşesiz bir grinin biçimsizliğinde eritmek yazmaz delikanlılığın kitabında. Trabzonlu delikanlı ne kadar can parçası ise, Diyarbakırlısı da o kadar ana kuzusudur anasının gözünde. Yirmi küsür yıl kadar önce, yeni doğduklarında, beşik kertmesiyle "düşman" yazılmadılar birbirlerine.
Delikanlı adamın yüreği pırıl pırıldır. Sevmenin, sevilmenin, aşık olmanın, sevgilinin gözlerinin içine bakmanın taraf tutmadığını bal gibi bilir. Aşk padişah fermanını tanımadığı gibi; cumhuriyetin "misak-ı millî" sınırlarını da hesaba katmaz. Kalp, siyasî haritalara göre açmaz kanatlarını. Politikacıların kalplerini masa altına saklayarak çizdikleri "masa üstü" çizgileri ciddiye almaz. Karşı köyden "sarı gelin" de olsa sevdiği, bizim köyün Mihriban'ının sarı saçlarına dolandığı gibi dolanır gönlü. Acıları, ayrılıkları, kayboluşları, ölümleri, yıkılışları adamına göre kategorize etmeler delikanlılığa sığmaz.
Delikanlı adam bileğinin hakkıyla elde eder asaletini. Öyle doğuştan ayrıcalıklara fit olmaz; şikeli başarılarla övünmez; hakkını vermediği etiketi yakasına takıp hava atmaz. Asaletin damarlarında dolaşan kanın biyokimyasına değil, Rabb'ine hakkıyla kul oluşuna bağlı olduğunu pekâlâ bilir. Hep hatırındadır ırkını kendisinin seçmediği. Kendisini ırkından, köyünden, babasından, dedesinden dolayı övenlere gülüp geçer. Eliyle emeğiyle tek bir taş koymadığı duvarlar üzerine basarak yükselmeyi kendine yakıştırmaz. Olsa olsa, asil dedelerinin torunu olmaya çabalar, güzel işlerle anılan milletine yakışır şeyler yapmaya özen gösterir. İlkokul yıllarından beri belletilen "etrafı düşmanlarla çevrili ülkedeyiz" telkinlerine kanıp, sınırların ötesine adım atmaya korkmak delikanlının işi değildir.
Delikanlı adam, delikanlılığın Rabb'ine kul olmaktan geçtiğini bilir. Peygamberleri "en delikanlı" adamlar bilir. Babasına baş kaldıracaksa, "genç" İbrahim[as] gibi isyan eder. Yapıp ettiklerini sorgulamadan kuşaktan kuşağa aktaran kokuşmuş törenin kanlı ve kirli ipine bağlamaz aklını. Dimdik durur, durur İbrahim [as] gibi. Erkekliğini ispatlayacaksa, yakışıklı Yusuf [as] gibi durur şehvetle süslenmiş billboardlar karşısında. Erkek olmanın önüne gelen yılışık çağrılara, gözünü boyayan sığ aşufteliklere, tenden ötesini vaad etmeyen, hatta teni bile vaad etmeyen sırnaşık teklifsizliklere kapıanlmak olmadığının farkındadır. İntikam almak gerekirse kendine çektirenlerden, Mekke'yi fetheden Muhammed Aleyhisselatüvesselâm'ın yaptığını yapar. Düşmanlık edenlere, onların kendisine yaptığının aynısını yapmaz; kötülüğün yerine yeni bir kötülük daha eklemez. Kötülüğün yerine iyiliği koyar; onların yaptığının tam tersini yapar. İntikamını böylece alır.
Delikanlı adam eline silah almadan önce kitap alır, Kitab'ı alır. Dedelerinin, bugünkü küresel güçlerin yerinde yeller eserken, korktukları için değil, şirin gözükmek için de değil, laik oldukları için hiç değil; kopkoyu Müslüman oldukları için, bütün İbrahimî dinlerin hatırası olan Kudüs'ün kapısına "Lâ ilâhe illâllah"tan sonra "İbrahim halîlullah" levhasını yazdırdıklarını okur. Delikanlı adam, duruşunu, bir ihtilal nefretiyle yeryüzüne kusulmuş, kaba ve softa "ulusalcılık" üzerinden değil, dini sığlaştırıp taraftarlığa dönüştüren, gerçeği siyasallaştırıp 'öteki'ne çevrili mızrak gibi karikatürleştiren, oryantalist icadı "İslamcılık" üzerinden de değil; kendi kalbini kendisini bildiğinden çok bilen Rabb'ine adam gibi teslim olmanın inceliği üzerinden belirler. Heva ve hevesini alt etmeyi büyük cihat diye öğreten, öfke ve nefretini yeneni en delikanlı pehlivan ilan eden incelikler Peygamberi'nin[asm] gül nefesiyle inceltir kendini. Bilir ki, Müslüman incedir, incelir, incitmez, incinmez.
Delikanlı adam, sevdiğini serseri kurşunlara kurban etmeyi hak etmemiş bir kadının acıyla fısıldadığı "bir bebekten katil yaratan karanlık"a, bugünlerde, yeni bebeklerin doğduğunu görüp "nur"a kandil olmak için yanıp tutuşur.
Senai demirci